Baku Diaries


20-09-2023

8 AĞUSTOS 2023 - İstanbul Havaalanı- Türkiye

Sabah beş buçuk. İstanbul’un Karadeniz Kıyısı’ndaki havaalanındayım. Bu yazı ile uzun zamandır yazdığım ilk cümlelerimi yazmış oldum. Yaklaşık nisan ayının sonundan beri hayatım yeni ve bambaşka bir istikamete doğru gidiyor. İşimden ayrıldım. Yeni bir hayata başlamak üzereyim. Bu değişikler olurken bir süre zihnen dinlenmeye ihtiyacım vardı. Ancak bir süredir, yeniden yazabilmek de bir ihtiyaç haline geldi benim için. Yeni hayatımın ilk cümlelerinin yaptığım bir yolculukla ilgili olması belki de en doğrusuydu. Sonuç olarak geziler hayatın küçük, daha basit, sınırlarını daha görece daha rahat çizebildiği parçaları.

 

Daha önce Meksika ve İtalya ile ilgili de günlükler tutmuştum. Bu defa günlüğüme bir ülkenin değil bir şehrin ismini verdim. Bunun bir nedeni, gezimin görece daha kısa sürecek olması. Kesin olmamakla birlikte büyük ihtimalle gezinin tamamında Bakü’de kalacağım. Ancak bunun dışında, gerek Meksika, gerekse İtalya benim için gittiğim şehirlerden ibaret değildi. Azerbaycan bu iki ülke ilke kıyaslandığında çok fazla tanımadığım bir ülke. Bakü ise bu ülkenin bildiğim tek şehri. Aslına
bakılırsa, muhtemelen Türkiye’de yaşayan birçok insan gibi bu ülke hayatım boyunca kendime yakın hissettim. Sonuç olarak Azerbaycan bize kültürü en yakın ülke. Dili bizi ve muhtemelen onlara tuhaf gelen kelime farklılıkları sayılmazsa Türkiye Türkçesi gibi. Orada kendimizi ülkemizde hissedebiliriz. Bu düşünceler aklımda kalıp cümleler gibi duruyor. Ancak Azerbaycan nasıl bir ülkedir? Bakü nasıl bir şehirdir? Bu konuda bu yazıyı yazmadan önce yaptığım araştırmaya kadar aklımda neredeyse hiçbir şey yoktu.

 

Yolculuğun öncesinde yaptığım ufak araştırmada ilk olarak hatırladığım şeylerden birisi, Bakü ve Azerbaycan hakkında en önemli petrol. Aslında Azerbaycan’da petrol çıktığını daha önce de biliyordum. Ancak ufak araştırmam sayesinde petrol yataklarının bu ülke tarihinde çok büyük bir öneme sahip olduğunu öğrendim. Azerbaycan büyük petrol yataklarına sahip olan bir ülke, bu yatakların bazıları bizzat Bakü’nün çevresinde. Petrol hem ülkeyi hem de şehri yeniden şekillendirmiş. Petrol çıkmadan önce de Bakü ticaret yollarının geçtiği önemli bir şehirmiş ki bu da
şehri farklı inançların kesişim noktası haline getirmiş. Şehir civarında kilise ve camilerin yanı sıra, Zerdüştlere ait bir tapınak da var. Hiçbir zaman büyük bir imparatorluğun merkezi olmasa da, büyük imparatorlukların parçası olmuş. Özellikle de İran sonra da Rusya ülkenin tarihinde büyük bir rol oynamış. Ancak aynı zamanda kendine ait bir özerkliği farklı dönemlerde korumayı başarmış. Özellikle Şirvanşah isimindeki hanedan uzun süre şehri zaman zaman büyük
imparatorlukların himayesinde de olsa yönetmiş. Şehrin ismi hakkında farklı söylentiler var, ama en yaygın ve güzel açıklama Bakü isminin İran dilinde Rüzgarların Şehri anlamı kelimelerden türediği.

 

Hava yavaş yavaş aydınlanıyor. Uçağım 7’yi beş geçe kalkacak. Uçağın bekleme salonunda kardeşim Zeynep’le buluşacağız. Zeynep İtalya’dan geliyor. Bakü’ye aynı uçakta gideceğiz. Şehre vardıktan sonra arkadaşlarımız Aubry Hoca ve Ufuk Hoca ile buluşacağız. Onlar da Bakü seyahati boyunca bizimle olacaklar.

 

Uzun zamandır yeni bir ülkeye gitmenin heyecanını yaşamamıştım. Bu duyguyu özlemişim.

 

9 AĞUSTOS 2023 - Bakü

Güneş Bakü’nün gökdelenleri arasından kendini gösteriyor. Bir Bakü sabahı. Uykumu son aylarda defalarca olduğu gibi çok iyi alamadım. Dün Bakü ve Azerbaycan’la tanıştım. Hem şehir hem de ülke sanki o güne kadar görmediğim ancak birden bana aslında çok yakın olduğunu keşfettiğim bir akrabam gibi. Öncelikle konuştuğum Türkçe’yi neredeyse etrafımdaki herkes anlıyor. Türkiye’de
kullanmadığımız kimi kelimeler var. Mesela yasak kelimesi Azeri Türkçesinde qadağan olarak yazılıyor. Kullanmak kelimesi yerine istifade etmek kullanılıyor. Siyah çağ yerine kara çay deniyor. Türkiye Türkçesini bilmeyen insanlara bile ki, havaalanında, otele bizi götüren takside, otelde birçok insan biliyordu, derdimizi birbirimize anlatacak kadar birbirimizle anlaşmak mümkün.

 

Dün uçak yolculuğu boyunca uçağın rotasında ilerleyişini izledim. Bu benim Türkiye’den doğuya yaptığım ikinci yolculuktu. İlki Çin’in Uygur bölgesineydi. Orada uçağın aktarma yapmasından dolayı bir gün kaldıktan sonra, Çin’in Chengdu şehrine gitmiştik. Orada yaz okulunda ders vermiştim. Bir günlük Uygur yolculuğunda, o ülkede yaşayanların zaman zaman benzer bir iki kelime yakalayarak bize yakın bir dil konuştuğunu fark edebilmiştim. Ancak iki ülkenin dili artık birbirimizi anlayamayacağımız kadar uzaktı. Azerbaycan’da en baştan bize daha yakın bir dil ve kültür beklediğimi yukarıda yazmıştım. Ülke beklentimi doğru çıkardı.

 

Yolculuğun büyük bölümünde Karadeniz kıyılarına az çok paralel ilerledik. Sonra Karadeniz’in doğu ucundaki Batum üzerinden Gürcistan’a vardık. Gürcistan’ın başkenti Tiflis ile Ermenistan’ın başkenti Erivan’ı geride bıraktık. Üzerinde kirli havanın yarattığını düşündüğüm bir sis bulutu olan Bakü’ye Hazar Denizi üzerinden indik.

 

Havaalanında hersey hızlıca halloldu. Vizeye ihtiyaç olmadan ülkeye girdik. Eşyalarımız yanımızdaydı. Azerbaycan’da özellikle havaalanında taksilerin insanları sıklıkla kazıkladığını okumuştum. Ancak otobüse binmek otele varışımızı geciktirecekti ve daha kötüsü otobüsten indikten sonra bavullarla yürümemiz gerekecekti. Neyse ki taksi en baştan bize istediği parayı söyledi. Gerçi bu ülkede taksiciler inişte alacakları parayı arttırabiliyormuş ancak en bunu taksiciye söyleyince inişine de aynı parayı isteyeceğini istersem bahşiş verebileceğimi söyledi. Yol boyunca adam farklı konularda sohbet etmek istese de, Azeri ve Türkiye Türkçesi arasındaki fark ve yolculuğun yorgunluğu adamın söylediklerine konsantre olmamızı engelledi.

 

Otelimize vardığımızda odamıza çıkarak birkaç saatliğine uyuduk. Daha sonra ben önce odada sonra aşağıda çay içerek Zeynep odasında öğleden sonra otele gelecek olan arkadaşlarımızı bekledik. Otel personeli Türkiye Türkçesi’ni de gayet iyi konuşan insanlardan oluşuyordu, o nedenle hemen hemen hepsi ile rahatlıkla iletişim kurabildik. Otelimiz denizin kıyısına çok yakın. Ancak odamın balkonu denize değil, Bakü Şehri’ne bakıyor. Daha doğrusu otelin hemen yanındaki camdan yapılmış modern bir gökdelene ve onun yanında biri binanın yapımına gösterilen özene bakılırsa 20. Yüzyılın başında yapılmış, biri de yapımındaki sadeliğe bakılırsa Sovyet dönemine ait yüksekçe iki bina var.

 

Otelin asansöründen aşağıya inerken asansörün binanın dışına bakan camından odamın penceresinde görebildiğimden daha fazlasını görebildim. Gözümün önünde şehrin uzağındaki tepelere kadar uzanan bir alanda toprağın üzerinden fırlamış buğday filizleri gibi eski binaların arasından yükselmiş ve bir bölümü henüz inşaat halinde olan çok sayıda gökdelen ve onların arasına çökmüş olan sis.

 

Bir araya gelip dışarıya çıktığımızda Güneş batmak üzereydi. Odamda ve otelin barında geçirdiğim zaman boyunca lokantaları araştırmıştım. Kardeşim balık eti dışında et yemediği için ona da uygun bir yer aradım. Azeri mutfağı işimi çok kolaylaştırmadı. Hemen hemen bütün ünlü yemeklerinde Türk mutfağına yakın olan dolma gibi yemeklerinde de çoğunlukla et kullanıyorlardı. Etli dolma ülkenin ve şehrin en ünlü yemeklerinden birisiydi. Bir başka ünlü yemek yine içinde et ancak et dışında badem kestane, fıstık gibi ürünler kullanılan ve hamur tabakası ile kapatılan pilavlarıydı. Türkiye’de perde pilavı olan bilinen pilav gibiydiler, ancak burada bu tarz birden fazla pilav çeşidi var. En ünlüsü, içinde kestane ve kuru kayısı kullanılan perde pilavı. Bunun dışında adana kebaba benzer kıymadan yapılma bir kebapları, kutab adı verilen Azerilere ait gözlemeleri var. Hemen hepisinde et rol oynuyor, gerçi kutabın etsiz versiyonları da var.

 

Lokantayı araştırırken etrafımızda çok sayıda farklı Dünya mutfaklarına ait mekan olduğunu keşfettim. Özellikle Türkiye mutfağı burada önemli bir yer kaplıyor. Eski Sovyet Cumhuriyetlerinen Gürcüler ve Ukraynalılara ait de lokantalar var. Hint, Çin, İtalyan Dünya mutfaklarının klasikleri olmuş lokantalar da var. Tabii ben ilk yemeğimizin Azeri yemekleri yapan bir yerde olmasını istiyorum. Ciddi bir araştırma süresinin sonrasında Sahil Restoranı adı lokanta buldum. Bir çoğu yaratıcı bir şekilde düşünülmüş çok sayıda seçeceği vardı lokantanın. Kebapların arasında bile patates kebabı adında etsiz bir kebap vardı.

 

Otelden çıktıktan sonra, bir süre yürüyüp bir alt geçitten geçtik ve Bakü Sahili boyunca uzanan yayalara açık Bakü Bulvarına çıktık. Alt geçitte klasik müzik konserindeymiş gibi güzel şarkı söyleyen bir adamı geride bıraktık. Arkamızda iki camdan gökdeleni tepeden yine camdan bir bölümle birleştirerek yapılmış ters U şeklinde bir bina vardı. Dev bir şehir kapısını andırıyordu.

 

Sahil şeridi boyunca çay bahçelerinin, döner, dondurma stantlarının ki dondurmacıların önemli bölümü Maraş dondurmacısıydı, çoğunlukla klasik müzikle Azeri ezgileri olarak bildiğim ezgilerle karışmış şarkılar söyleyen insanların arasından geçtik. Sahil şeridi boyunca ve daha ileride, önemli bölümü camdan yapılmış modern binalar dizilmişti. Daha geride şehir yükseliyordu. Yükselen zeminin üzerindeki gökdelenlerin arasında ise özellikle alev şeklinde yapılmış üç meşhur kule vardı, Alev Kuleleri. Bakü onu ilk olarak gören bizlere “Ben eski bir şehir değilim modernim.” Demeye çalışıyordu.

 

Hava sıcaktı, kıyafetlerimizi üstümüze yapıştıracak kadar sıcaktı, Rüzgarların Şehri Bakü’de bir parça rüzgar yoktu. Bir süre yürüdükten sonra lokantamıza vardığımızda dışarıda oturmaktansa klimalı iç salonda oturmak daha cazip geldi. Güzel bir servis eşliğinde arka planda daha modern hale getirilmiş Azeri müzikleri eşliğinde yemeğimizi yedik. Azeri şarabı ve denemek için Azeri havyarı da aldık. Şarabın da havyarın da tadını değerlendirecek kadar iyi ayırt edemediğimi belirteyim. Şarapların tadları bana benzer geliyor. Havyarın ise tadı, hayvanla birlikte yenen tereyağı ve yumurtanın tadına karışıyor gibi. Lokantanın en büyük sorunu çok fazla çeşidin içinde insanın kaybolması. Ben kendime içinde nohut, kıyma, şehriye ve fasülye bulunan, şehriye çorbası ve üstü ekmek kapatılarak pişirilen bir tür güveç yemeği aldım. Azeri mutfağının çorbaları en çok tavsiye edilen yemeklerin arasında geliyordu, o nedenle bir tanesini tatmak istedim. Menüye bakarken, özellikle kestanenin, nohut fasülye gibi baklagillerin ve narın yemeklerde sıklıkla kullanıldığını gördüm. Benim güvecimde de kestane kullanılmıştı. İlk defa kestaneyi etle birlikte yedim. Aslında ete çok yakışan bir tadı var bu meyvenin. Güvecin içinde de çok güzel pişiyor. Ancak güveçte kestane yemek o kadar bana yabancıydı ki, ilk etapta ne yediğimi anlayamadım. Tatlı olarak elmadan yapılmış üzerinde krema olan ayva tatlısına benzeyen bir tatlı aldım. Yanında da yine elma gibi tatlı bir meyveden yapılmış gibi bir tadı olan, garsonumuzun dediğine göre lokanta tarafından imal edilen bir Azeri likörü içtik. Yemek bitince bize çay ikram ettiler. Çay masamıza getirdikleri altında ateş yanan bir çaydanlığın içinde yapılmıştı. Çaydanlıktaki çayı tamamı bize aitti. İlk içtiğimiz çay klasik Türkiye çayına göre açık olsa da ikinci daha demli olduğu için Türkiye çayına yakındı.

 

Lokantadan çıktığımızda hava karanlıktı. Arkadaki Alev Kuleleri’nin her birine ellerinde Azerbaycan bayrağı olan birer askerin görüntüsü yansıtılmıştı. Öyle ki arkamızda şehri bekleyen üç dev asker var gibiydi. Kaykay yapan gençlerin sahilde yürüyen ailelerin arasından otelimize yürüdük. Bazılarında Türkiye’ye ait pop müzik parçaları çalınmaya başlamış çay bahçelerinden birisinde oturmayı düşündük, ama herkes yorgun olduğundan bunu bir sonraki güne bıraktık. Azerbaycan’ın trafiğinin tehlikeli olduğunu okumuştum, bunun da ufak bir deneyimini kaykay kullanan gençler sayesinde yaşadık. Otele varmadan hemen önce başka bir zincir otelin, Marriot Otelin yanındaki Sosyete isimli mekanda çalan İbrahim Tatlıses şarkılarını duyduk. Otele geldiğimizde hepimiz yorgunduk. Odalarımıza çıktık.

 

Baküdeki ilk günümüz böylece sona erdi. İlk gördüğüm Bakü nasıl bir yerdi? Belki ilk gün en iyi otelden çıktığımızda alt geçitte duyduğumuz klasik müzik nağmeleri ile birlikte Sosyete isimli mekanda çalınan İbrahim Tatlı ses müzikleri birlikte tanımlıyor. İlk gün gördüğüm Bakü modern gözükmek için büyük bir çaba sarfeden bir şehirdi. Gerçekten modern olmayı başarabilmiş miydi? İlk günkü gözlemlerin bana şehrin bunu kısmen başardığını düşündürdü. Ama arka planda klasik modern bir şehrin ötesinde bir şeyleri, iyisi ve kötüsü ile klasik modern bir şehirden fazlasını barındırdığını hissettim.

 

10 AĞUSTOS 2023 - Bakü

Dün otelden saat 2 buçuk gibi çıkabildik. Öncesinde herkesin halletmesi gereken işleri vardı. Saat bir buçuk gibi benim ve Ufuk’un işi bittiği için otelin yakınındaki caddelerden birisinde, caddenin kenarındaki merdivenlerden inilerek girilen bodrum katındaki bir çay evine gittik, bir saat kadar orada oturduk. Çay Evleri Türkiye’deki kahvelerin eşdeğeri olan yerler. İçeride nargile içilebiliyor ve tavla, okey gibi oyunlar oynanabiliyordu. Ayrıca İçerideki ekranlarda futbol maçları izlenebiliyordu. Kısacası Çay Evleri Türkiye’ki kahveler gibiydi.

 

Ancak Türkiye’nin benim gördüğüm kahvelerinden farklı olarak yerler hatta koltuklar halı ile kaplıydı. Duvarlarda eski radyolar ve tartı aletleri var. Bir köşede insanın beline kadar gelen dev bir gramofon duruyordu. Çalışan bir kadın vardı, ama içeride herkes erkekti. Birkaç saat sonra bu mekanı merak ettikleri için kardeşimi ve Aubry Hoca’yı buraya getirdiğimizde de, Çay Evi’nde müşteri olarak bulunan kadınlar sadece onlardı.

 

Burada bize getirilen çay da bir gün öncekine benzerdi. Çaydanlığın içinde, açık, ve içinde her seferinde çoğunlukla ne olduğunu çözemediğimiz farklı bir tür baharat veya esans bulunan bir çaydı. Masaya gelen garsonun bize ilk başta istersek bizim çayımızdan, yani Türkiye’de içilen çaydan getirebileceğini söyledi. Biz Azeri çayı istedik. İkinci gelişimizde getirilen çayın içinde gül esansı olduğunu ve kalbe iyi geldiğini söyledi. Ancak o zaman çayın içindeki gül tadını fark ettim. Çayın yanında bir şey yemek isteyip istemediğimizi bize sorduğunda garsona kendisinin uygun bulduğu bir şey getirmesini söyledik. İnce uzun bir kabın içinde önceden eli yakacak kadar ısıtılmış, fıstık fındık ve kuru üzüm getirdi.

 

Öğlen vakti, Çay Evi’nden ayrıldıktan sonra otelde buluştuk ve birlikte otelin bize ayarladığı taksi ile Bakü’nün ilginç müzelerinden birisi olan Halı Müzesi’ne gittik. Bakü’nün taksileri1950lerin ABD filmlerinde görülen arabalarını andırıyor. Arabanın içinde şöför olduğunun arkasında dört veya beş kişilik genişçe bir yer var. Arabada dört beş kişi oturduğunda yan yana karşı karşıya oturuyorlar. Arkada bulunan iki ya da üç kişilik koltuğun yanı sıra şöför koltuğu ile sırt sırta yerleştirilmiş ihtiyaç duyulduğunda açılıp kapanabilen iki koltuk daha var. Müzenin binası da halı şeklinde inşaa edilmiş, içeride verilen bilgiye göre böyle bir müze kurma düşüncesi 1960larda ortaya çıkmış, 1970lerde müze açılmış. Sonrasında birkaç defa müzenin binası değiştirmiş. İçeride farklı halı yapma tekniklerinden, farklı halı türlerine, Azerbaycan’ın farklı bölgelerinde yapılan halılardan, halıların farklı alanlardaki kullanımlarına ve halılarla ilgili geleneklere kadar birçok bilgi var.

 

Müzede anlatıldığı kadarıyla halıların üzerindeki ilk desenler çömleklerin üzerinde bulunan, o zamanın Azerbaycan’ında geometrik şekillerdeki desenlerin bir benzeriymiş. Daha sonra önce çiçek figürleri, sonra hayvanlar, dini bir takım semboller halıların üzerinde yer almaya başlamış. Sonra muhtemelen İran’ın etkisi ile üzerinde bir hikaye anlatılan halılar da dokunmuş. Örneğin müzedeki halılardan bir tanesine İbrahim Peygamberin oğlu İshak için Urfa’ya gelerek gelin istediği sahne dokunmuştu. Ancak bu tür hikaye anlatan halılardan en güzeli ortasında bir kral ve kraliçenin yan yana birbirlerine sokulmuş bir şekilde yer aldığı, etrafta ise yönettikleri ülkelerinden farklı sahnelerin, örneğin toprağı süren çiftçilerin, oyun oynayan çocukların, yolculuk yapan tüccarların bulunduğu halıydı.

 

Halılar sadece yere serilmek için değil, birçok farklı amaçla kullanılmış. Halıdan yapılan heybeler var, duvarları ve çatısı halıdan yapılmış çadırlar var. Daha sonra halı desenleri pencerelerdeki vitrayların oluşturduğu desenlere de ilham kaynağı olmuş. Azerbaycan’da Nevruz zamanı adetlerinden birisi erkeklerin sevdikleri kadınların evinin önüne halı atmasıymış. Kadın eğer adamda gönlü varsa, halının üstüne tatlı bir şeyler koyarmış.

 

Müzeden çıktıktan sonra, ilerideki deniz kıyısında bulunan “Deniz AVM” adındaki, alışveriş merkezine gittik. Amerikan daha doğrusu Kaliforniya tarzı yemek yapan bir lokantada öğlene yemeği yedik. AVM’de benim en çok dikkatimi çeken, gözüme takılan bir Azeri markası olmamasıydı. Kıyafet ve elektronik eşyaların satıldığı bölümde bu belki doğaldı, ama yemek satılan alanda da Köfteci Ramiz, Pideci, Mc Donalds gibi markalar vardı. Ancak Azerilere ait, gözüme çarpan tek yerin çaydanlıkların ve farklı çayların satıldığı güzel bir stand olduğunu not edeyim. Azeriler açısından çay kültürünün Türkiye’dekinden daha derin olduğunu orada daha iyi gördüm. Alışveriş merkezinin 5. ve 6. katlarından birkaç kat boyunca uzanan bir kaydırakla aşağıya kayılabiliyordu. Ancak açıkçası buna cesaret edemedim. Ancak 4. Kattaki seyir terasına çıkarak ayağımızın altındaki Bakü Körfezi’ni seyrettik. Benim en çok dikkatimi çeken körfezde göz alabildiğince uzağa kadar neredeyse hiçbir geminin veya teknenin olmamasıydı. Yanıbaşımızda yat marinası vardı. Ancak yatlar öylece orada duruyordu. Marinanın körfezin açıklarına bakan tarafında iskele o yönden bakanların yatları görmelerini önleyecek bir duvar gibi yükseliyordu.

 

Dönüşte otele dönmek için meydanda bulunan taksilerin yanına gittik. Burada ilk pazarlığımızı da yaptık. Taksinin şöförü gideceğimiz yeri öğrenince bizi 30 manata götürebileceğini söyledi ki geliş sırasında sadece 7 manat ödemiştik. Şöföre vazgeçtiğimizi söyleyince fiyatı 10 manata düşürdü.

 

Otele geldiğimizde önce içeri girmeden bir süre Çay Evi’ne gittik, sonra biraz dinlenip hazırlandık ve akşam için etrafında tarihi binalar olan şehrin aktif caddelerinden olan, ve dolaşmak için Bakü’ye gelenlere önerilen Nizami Caddesi’ne gittik. Bindiğimiz taksi bize caddeyi dolaştıktan sonra sola dönerek Çeşmeler Meydanı olarak adlandırılabilecek meydanı da gezmemizi önerdi.

 

Nizami Caddesi, Çeşmeler Meydanı ile bu alanın etrafındaki diğer sokaklar 19. Yüzyılın sonlarından itibaren, daha önceleri bugün İçeri Şehir denilen alana sıkışmış olan şehrin ilk olarak yayılmaya başladığı bölgelermiş. Dolayısı ile bu sokaklardaki binaların büyük bölümü 19. Yüzyılın sonunda ve 20. Yüzyılın başında Ruslar ve daha sonra Sovyetler Birliği yapılmış. Cadde boyunca ve daha sonrasında bu alanda uzanan binalar cepheleri, balkonları, detayları ile tek tiplikten uzak, tarihi olduklarını belli eden yapılar. Binaların iki yanındaki dükkanlar, lokantalar, barlar ise 20. Yüzyıla ve hatta 21. Yüzyıla aitler. Mc Donalds, Gloria Jeans, LC Waikiki gibi çok sayıda uluslarası markanın dükkanları bu alanda mevcud. Bowling, bilardo gibi oyunlar oynamayabileceğiniz mekanlar var. İtalyan, Çin, Hint ve tabiki Türk yemekleri yanı sıra çok sayıda Rus ile Ukrayna ve Gürcü yemeklerinin yenilebileceği mekanlar da var. Kısaca Bakü’de bulabileceğiniz her şey burada da var. Araya sıkışmış Dolmacı ve Firuze Lokantası gibi Azeri yemeklerinin de yenebileceği lokantalar var arada. Çeşmeler meydanı, farklı şekilde tasarlanmış çok sayıda çeşme ile dolu. Örneğin bir tanesi tepesinde bir uzay aracını andıran kırmızı, sarı, yeşil mavi ışıklar saçan bir kürenin üstünden suyu aşağıya bırakıyor. Bir tanesi çok sayıda yaprağı olan bir bitki gibi tasarlanmış ve yapraklarının her birisinin üzerinde ayrı bir fıskiye var. Bir tanesi klasik bir şekilde tepede bulunan bir çanağın üzerinden dört bir yana bir gelinliğin tülbentini andıracak şekilde su saçıyor. Çanağın altında suya doğru saçılan beyaz ışıklar da bu gelinliği andıran görüntüyü daha da belirgin hale getiriyor. Caddede dilencilere de rastladık. Bir tanesi çocuktu, önce Aubry Hoca’ya sonra kardeşime sarılıp para istedi, ancak vermeyeceğimizi görünce gitti. Başka bir yerde, kucağında maymun taşıyan bir adam gördük. Adam bir ücret karşılığında maymunu önce benim kucağıma sonra kardeşimin kucağına verip resim çektirmemize izin verdi. Gözlükleri sevmediğini söylediği için maymunu kucağıma almadan önce gözlüğümü çıkardım ve resmi çektirdim.

 

Akşam yemeğimizi bir Rus lokantasında yedik. Ben kırmızı lahanadan yapılmış kırmızı renkteki Borş Çorbası ile püre üstünde servis edilen ördek ayağı yedim. Çorbayı daha önce de içmiştim. Lahana tadının domine ettiği bir çorbaydı. Ördek ayağının tadını da muhtemelen pek çok başka insanın yapacağı gibi tavuğa yakın ama tavuğa göre daha hafif buldum. Yemeğin ardından çay istedik. Rusların da Azeriler ve Türkler gibi güçlü bir çay kültürüne sahip olduklarını not etmek lazım. Gelen çay Azerilerin çayına göre daha koyu, bizim çayımıza daha yakın bir çaydı.

 

Lokantamız sahile çok yakındı. Yemeğimiz bittikten sonra sahil yolu yani Bakü Bulvarı üzerinden otelimize döndük. Lokantanın bulunduğu alandan karşıya geçerken bir defa daha konser veren genç bir müzisyenle karşılaştık. Bu defa kendisine para vermeyi başardım. Kişisel olarak özellikle işini iyi yapan sokak sanatçılarına büyük saygı duyduğumu not etmeliyim.

 

Dönüşte insanın yarı boyundaki büyük satranç taşları ile dev bir satranç tahtasında satranç oynayan iki kişi ve onların etrafında toplanmış bir kalabalıkla karşılaştık. Başka bir ilginç detay da Azeri bir müzisyene ait bir heykeldi. Heykelin hemen yanından söz konusu müzisyene dair şarkılar dinlenebiliyordu, hatta heykelin üzerindeki düğmeler üzerinden söz konusu müzisyenin istenilen şarkısı seçilebiliyordu.

 

Bakü’deki ikinci günümüz bu şekilde sona erdi. İkinci günün ardından aklımda beliren en kuvvetli düşünce, bu şehrin kendine ait bir inceliği benimsediği şeklinde. Bakü ile ilgili daha önce okuduğum yorumlarda, şehirde çok zengin ve yoksul kesimlerin olduğunu ve sahil civarında görülen Bakü’nün sadece bir tür maske olduğu şeklindeydi. Ülkede ve şehirde yoksulluk yaşayan bir kesimin var olabilir. Bunu görmek için verilere bakmak lazım. Ancak şehir parkında şarkıları dinlenebilen bir müzisyen, alt geçitteki klasik müzik konseri, veya satranç oynayan iki gencin etrafına toplanan insanlar, zenginlik ve yoksulluğun ötesinde bir şeyi gösteriyorlar. Bakü, belki de içinde geniş bir kesimin yaşadığı yoksulluğa rağmen, birçok başka ülke ve şehirde var olmayan bir inceliğe sahip. Bu incelik, çoğu şehirde kenarda köşede görülen bir iki ufak detayın ötesine geçmiş ve şehir ile şehrin kimliği ile özdeşleşmiş. Şehir kendini güzel göstermek çaba sarfeden bir hanımefendi, karşısındaki ile ince bir şekilde konuşan şık bir beyfendi gibi. Bu güzellik Bakü belki de bunun farkında olmasa da insanı etkiliyor. Avrupa, Asya, eski SSCB ülkeleri ile Türkiye’ye ait markaların, dükkanların, yemek ve müziklerin bu kadar yaygın olması ve Azeri kültürünün ancak diğer kültürlerin arasında kendine yer bulması belki Azerilerin kendi kültürlerinin zayıf bulmalarının bir sonucu olabilir. Ancak Bakü yıllar yılı hep ticari rotalarının üstünde kalmış, farklı kültürlere ait, farklı inançlar taşıyan insanları misafir etmiş bir şehir. Belki de diğer kültürlerin bu kadar belirgin olması Azeri kültürünün güçlü yanıdır. Azeri kültürünün güçlü yanı da diğer kültürlere bu kadar açık olmasıdır.

 

11 AĞUSTOS 2023 - Bakü

Dün sabahleyin kahvaltı sonrası biraz da oyalandıktan sonra, otelin biraz ilerisindeki Modern Sanat Müzesi’ne gittik. Müze şehrin turistik bölgelerinden uzakta, bir viyadükün hemen yanında, kolaylıkla gözden kaçabilecek bir yerde. Ancak içerisinin etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Resimler ve heykeller çoğunlukla Azeri sanatçılara ait. Modern sanatın birbirinden farklı türleri var müzede. Hiçbir anlam çıkarılamayan, bir tür renk cümbüşü denebilecek resimler. Arada içinde birkaç şekilin seçildiği ama bu şekillerin resmin kargaşasında kaybolduğu tablolar, şekilleri, insanları nesneleri bildiğimizden farklı resmeden ressamların eserleri, örneğin gazete küpürlerinin arasına hapsolan ve çıkmaya çalışan resim, bazıları bir fotoğrafı andıran, bazıları da klasik bir resim olan eserler. Elbette sonuncu tip eserlerde insan bu defa da resmin içinde bir kargaşanın içindeki anlamı bulmak veya o kargaşayı anlamlandırmak istiyor. En azından resimlerde bir anlam görmeyi seven benim gibi insanlar. Örneğin kana dönüşmüş bir gölün üzerinde avlanan kuşları gösteren resim, basit de olsa, beni önünde uzun uzun bekletmeyi başardı.

 

Resimler dışında heykeller de vardı müzede, hatta bir kısmı müzenin önündeydi. Bir kısmı telden yapılmış makineleri andırıyordu. Ki yukarıda bu şekilde yapılmış bir uçak da vardı. Bir kısmı mermerdendi. Yine resimler gibi, bir kısmı bazılarının ne şekilde olduğunu görmek zordu, diğerlerinin şekilleri belliydi. En etkileyici heykellerden birisi sırtında oğlunu taşıyan kadının mermerden yapılmış heykeliydi.

 

En yaygın ögelerden birisi petrol kuyularıydı. Bazı resimlerde ise petrol kuyuları arka plandaydı. En güzeli arkasında petrol kuyularının göründüğü muhtemelen denizin ortasındaki bir petrol platformundan adadan karaya uzanan bir köprüden geçen kamyonlarla ayrılan işçilerin resmiydi.

 

Müzenin Dünya’nın farklı ülkelerinden ressamların resimlerinin incelenebildiği genişçe bir kütüphanesi de vardı. Müzeyi gezdikten sonra bir süre bu kütüphanede vakit geçirdik. Özellikle İtalyan ressamlarının resimlerine baktık. İtalya gezimde ne yazık ki, ünlü İtalyan ressamlarının resimlerinin sergilendiği büyük galerileri gezememiştim.

 

Müzeden çıktığımızda otele döndük ve akşam vaktine kadar vaktimizi otelin spasında geçirdik. Ancak akşam vakti yemek yemek için dışarıya çıkabildik, ancak gittiğimiz yer tarihi bir eser gibi detaylı olarak anlatılmaya değer bir yerdi.

 

Lokantanın ismi Şirvanşah Müze Lokantası’ydı. Lokanta 15. 16. Yüzyıllarda Şirvanşahların şehrin hükmettiği yıllara ait bölümünde değil. 20. Yüzyılın başlarına ait iki katlı bir bina. Binayı müze gibi yapan 20. Yüzyılın başından kalan eşyalarla döşenmiş olması. Erzak çuvalları, ikram edilmek için kristal tabakların içinde masalarda bekleyen lokumlar meyvalar, halıdan yapılmış binalar, o döneme ait fotoğraflar ki, içlerinde en ilginçleri Osmanlı Devleti’nin ordusunu yönetmiş olan Enver Paşa ile, onun idaresinde Osmanlı Ordusu ile Bakü’yü bir süre için ele geçirmiş olan Nuri Paşa’nın fotoğraflarıydı, aynalar, masalar, aklıma ilk etapta gelenler. Tuvalette bile bu tarz eşyalar hatta klozetin üstünde bir kitaplık vardı.

 

Evin bir noktasında fotoğraf çektirebileceğiniz divana oturmuş yanında boş yer olan 20. Yüzyılın Azeri kıyafetlerini giymiş bir cansız manken bulunuyordu. Onun yanına oturup resim çektirdim.

 

Masamız yukarıdaydı. Sadece bize ait olan bir bölmedeydi, tülbentle diğer bölmelerden ayrılmıştı ki, evde bulunan masaların önemli bir bölümü bu şekilde misafirlerine baş başa yemek yeme imkanı veriyordu.

 

Yemek olarak Azerilerin öncelikle aperitif olarak badımcan dediği patlıcan sarması ile üç bacı dolması olarak geçen patlıcan, biber ve domates dolması yedim. Azerilerin meşhur dolmalarından böylece yemiş oldum. Hem sarmaların hem de dolmaların tadı, Türkiye’de yediklerime benzerdi. Sarmanın içinde Türkiye’deki benzerlerinde olduğu gibi peynir vardı. Dolmaların içinde ise et vardı. Etli dolmanın özellikle biber dolmasının Türkiye’de benim için en klasik yemek olduğunu söyleyebilirim. Patlıcan ve domates dolmalarını daha ender de olsa yemiştim. Ayrıca iki sebze de kebaplarla bir arada sık sık yendiğinden onların etli dolma versiyonlarının tadı da tanıdıktı.

 

Ancak içecek olarak istediğim yeşil renkli şerbet daha önce bilmediğim bir tada sahipti. Şerbetin üstünde kekiğe benzeyen bir bitki vardı. Tadında da hafif buruk ve biraz da kekik veya belki nane gibi bir baharata benzeyen bir yan vardı. Kardeşim de kırmızı renkli reyhan şerbeti istedi. Reyhan şerbeti, reyhan yani kardelen çiçeğinin tadını içeren, görüntü ve tad olarak meyve sularına daha yakın bir şerbetti. İki şerbetten de gece boyunca bol bol içtim.

 

Ana yemek olarak sonunda Azerilerin bu derece önem verdikleri narı içeren bir şey yemek istedim. Ve nar sosunda pişirilmiş et söyledim. Ortaya da Azerilerin meşhur pilavlarından birisini söylemek istedik. Çoğu pilavın içinde et vardı, ancak listede, meyvelerle pişirilen etsiz ve tatlı bir pilav seçeceği de vardı. Şirin Pilav. Şirin pilav kuru üzüm, hurma ve kayısı ile pişirilerek yapılıyordu. Üzerinde Şah pilavı gibi pilavlarda bulunan hamur tabakası olmadan servis ediliyordu.

 

Nar soslu eti ilk tattığımda tatlı olduğunu düşündüm, ancak sonra daha farklı bir tadının olduğunu fark ettim. Hafif buruk belki biraz ekşi denilecek bir tad. Etin daha sert olan tadı ile birbirlerine çok güzel uyum sağlıyorlardı. Yanlarına bir de tatlı Şirin Pilavı ekledim. Böylece ağzımda farklı tadların bir araya gelmesi ile oluşan bir yemek yaratmış oldum.

 

Aubry ve Ufuk Hocalar iki kişilik Şirvanşah Kebabı söylemişlerdi. Onların ısrarı üzerine lüle kebabının da tadına baktım. Kebap bizim Adana Kebabımıza benziyordu, onun acı olmayan ve daha az baharatlı versiyonuydu, o nedenle biraz daha hafifti.

 

Gece boyunca birkaç defa yanımızdaki masalarda ve bizim masamızda Azeri müzikleri çaldılar. İçlerinde “Nazende” “Sen gelmez oldun” gibi Türkiye’de meşhur olanlar da vardı, ki onlara eşlik ettik. Azeri müziklerinin zihnimde ilk başta tahmin edebileceğimden daha büyük bir yere sahip olduğunu anladım.

 

Yemeğin ardından çay sipariş ettik, Bakü ve Şaki Baklavalarından birer tane söyleyerek tadına baktık. Bakü baklavası şerbetsiz ve görece daha kuru ama aynı zamanda hafif bir baklavaydı. Hafif diyorum ama yine de güçlü ve insanın ağzında kalan bir tadı vardı. Şaki baklavasının tadını ise üstündeki şerbet veriyordu, ve şerbet sayesinde oldukça güçlü ama birçok insana ağır gelebilecek bir tadı vardı.

 

Lokantadan çıkarken müzisyenler bizim için “Nazende” şarkısını çaldılar. Otele dönerken taksici ile İstanbul ve İstanbul’un taksicileri hakkında muhabbet ettik. Özellikle son bir yılda, İstanbul’un kimi yerlerinde taksi bulamadığımızı önümüzden geçen boş taksilerin bile durmadığını anlattım. Otele vardığımızda taksici bizden para istemediğini söyledi. Kendimi çok rahat hissetmesem de, kabul ettim. Bir parça Azerbaycan’da bir taksicinin benden para almadığı düşüncesini kafamda taşıyabilmek için.

 

Bakü’deki üçüncü günümüz bu şekilde sona erdi. Bugünden en çok aklımda kalan Azerilerle Türkiye’nin insanlarının birbirlerine ne kadar benzediğiydi. Burada birbirimizi anlamak iletişim kurmak KKTC dışında hiçbir ülkede olmadığı kadar kolaydı. Ancak bu yakınlık birbirimizle kimi farklılıklarımızı korumaya da yetiyor ama Azerbaycan’da bizlerin rahat ve yarı yarıya evinde hissetmemizi sağlıyor. Keşke her insan Dünya’nın her yerinde bizim kendimizi Azerbaycanda hissettiğimiz kadar rahat hissedebilse.

 

12 AĞUSTOS 2023 - Bakü

Bakü seyahatimizin en hareketli günü dördüncü günümüzdü. Bugün saat erkenden uyandık ve sekiz gibi kahvaltımızı ettik. Aubry Hoca aynı lisede birlikte okuduğu bir arkadaşı aracılığı ile bize Bakü’nün etrafındaki belli başlı gezilecek yerleri görebileceğimiz için bizi gezdirecek özel bir tur. Sabah otelimize gelen bir araba bizi alacak, turun sonunda da akşam geri getirecekti. Araba daha biz kahvaltı ederken otelimizin önüne geldi. Şöförümüzün asıl mesleği seyislik olan bir adamdı. Türkiye’de de bir süre bulunmuştu, o nedenle bizimle konuşurken Türkiye Türkçesi’ne daha yakın bir dil kullanıyordu.

 

Arabamız bizi Lefkoşa’nın merkezinde Rusların yaptığı eski ve zarif binaların arasından çıkardı. Gökdelenlerin arasından geçerek şehrin etrafındaki petrol kuyularının bulunduğu geldik. Bir süre yolun iki yanında birkaç metre yüksekliğinde kendi halinde çalışan onlarca atbaşı adı verilen makinelerin arasından geçtik. At başı görünüşü birçok insan tarafından bilinen bir tür pompaya ya da değirmene benzeyen bir alet. Bir ucunda bir tür çekici andıran bir baş bir ucunda ise aşağıya inip çıkan bir tür silindire sahipti, silindir aşağıya inip çıktıkça kuyudaki petrolün bir bölümü yukarı çıkıyordu. Petrol çıkarılan sahada kendi kendine çalışan bu aletler üzerlerinde bulundukları çorak arazide, robotların veya kendi kendine çalışan fabrikaların bulunduğu bir tür bilimkurgu filiminden çıkmış gibilerdi.

 

Arabamızın ilk durağı Ateşgah adı verilen tapınaktı. Bu tapınak Azerbaycan’ın benim açımdan en ilginç yanlarından birisiydi, çünkü günümüzden yüzlerce yıl önce dinleri yerli halkın dininden farklı olan İpek Yolu üzerinden gelen tüccarlar için inşaa edilmişti. Hindistan’dan Bakü’ye gelen bu tüccarların arasında Hinduistler ve Hindistanda Parsi olarak bilinen Zerdüştler de vardı. Özellikle Zerdüştler için Azerbaycan, bu dinin peygamberi olarak bilinen Zerdüşt’ün yaşadığı topraklar olarak biliniyordu. Ayrıca Bakü, bu dinin mensupları için Tanrı ile iletişim aracı olarak görülen ateşin kayaların içinden kendiliğinden çıktığı bir yerdi.

 

Burayı kutsal bir yer olarak gören Zerdüştler tarafından inşaa edilen Ateşgah daha sonra, Hinduların kendi inançlarına göre yokoluşun Tanrısı olan Şiva’ya da ibadet edilen bir yere dönüştü. Tapınak 1880lere kadar açık kaldı. Ticaret yolunun eskisi gibi kullanılmaması nedeniyle kapandı. Yakın zamanda yeniden açıldı.

 

Bugün tapınağa bir yanında bir caminin avlusunu andıran bir bölümden geçerek giriliyor. İçerisi kahverengi renkli çok da gösterişli olmayan taşlardan yapılmış bir tür kaleyi andırıyor. Tapınağın üstü açık ve dört bir yanında, tapınağın açık olduğu dönemleri canlandıran, Zerdüştlük ve Şiva hakkında bilgi veren bölümler var. Ortada ise üstü kapalı bir tür sunağın üzerinde ateş yanıyor. Burada yanan ateşin kendiliğinden mi çıktığını yoksa insanların çabaları ile mi sürekli canlı tutulduğunu bilmiyordum. Ateş benim için yıllar yılı korkutucu bir şey olmuştu. Yanına yaklaşmak veya ateşle her hangi bir şey yapmak, hatta ocakta yemek pişirmek bile beni hep ürkütmüştü. Kibrit yakarken bile korkan bir insandım. Bu gerçeği aklımda taşıyarak tapınağın ortasındaki sunağa gittim. Bir süre ateşin karşısında durdum ve onu bir tür rehber olarak gören insanları düşündüm.

 

Tapınağın girişinde sahibinin birçoğunun el yapımı olduğunu iddia ettiği çok sayıda resim ve heykel vardı. Bir bölümü Bakü ve Azerbaycan, bir bölümü ise Zerdüştlük ve Ateş Tapınağı ile ilgiliydi. Ben Zerdüştlerin en büyük Tanrısı olarak bilinen Ahura Mazda’nın heykelciğini satın aldım. Ahura Mazda Evrendeki düzeni sağlayan, doğruluğu ve iyiliği gözeten Zerdüşt Tanrısı. Tek Tanrı olduğu doğrudan ilan edilmese de, varsa diğer Tanrıların çok ötesinde bir varlık olarak görülüyor. Heykel kanatlı ve bir kuşunkini andıran bir kuyruğu olan bir diskin ortasındaki bir adamı canlandırıyor. Bir parça bugün Süryani olarak bilinen Asurluların en öne çıkan Tanrısı olan Ashur’a benziyordu. Ateşin ötesinde üstümüzdeki güneş de bizi yakınca bir süre dükkanın yakınındaki kafeteryada oturduk sonra yolumuza devam ettik.

 

İkinci durağımızın ismi Yanardağ’dı. Aslında bir dağdan çok bir tepenin yamacını andıran bir bölgede, yamacın aşağısında kayaların arasından kendiliğinden çıkan bir ateş nedeniyle bu ismi almıştı. Birçok kişinin sadece ateşi görmek için gelinmez dediği bir yerdi. Ancak buradaki ateş, belki de insanların dikkatini çeken, ateşe hayranlık duymalarını sağlayıp sonra onu Tanrıya ulaşmak için bir araç olarak görmelerini sağlamıştı. Ki bu yamacın hemen yanındaki müzede ateşin nasıl çıktığını anlatmak yerine çıkan ateşin ilham kaynağı olduğu Zerdüştlük inancından bahsedilmişti, Ateşgah’da olduğu gibi.

 

Burada ateşin taşların arasındaki boşluklardan çıkan doğalgaz sayesinde oluştuğunu dinledim. Eski bir makine mühendisi olarak ısı ateş ve hareketle ilgili bilgim var. Doğalgazın yeterince yüksek basınçla taşların içindeki boşluklardan geçmesi ile, hele bir de bu boşluklar yeterince küçükse gazın tutuşmasına sebep vermesi bana mümkün geliyor.

 

Onu yaratan ne olursa olsun, benim gibi ateşten ürken birisi için bile, Ateşgahtakine göre bir hayli daha büyük olan bu ateşin yanına yaklaşmak insanı etkiliyordu. Yüzüne vuran sıcaklığın yanı sıra, ateşi izlemek onun canlı olduğunu ve adeta bizlere bir şeyler anlatmak için çabaladığını düşündürdü bana.

 

Yamacın üstünde bir rehber eşliğinde gezilebilen genişçe bir alan vardı. Alan büyük ölçüde çoraktı ve üzerinde fazla bir yapı yoktu. Sade bir köşede okçuluk eğitimi verilen bir alan vardı. Bir defa daha sıcakta gezmenin akıl karı olmadığını düşünerek, Yanardağın etrafını gezmek yerine yolumuza devam etmeye karar verdik.

 

Yanardağ’dan çıktıktan sonra arabamız güneye doğru yol almaya başladı. Solumuzda Hazar Denizi‘ni aldık. Ağaçlara ender rastlanan bir yolda uzunca bir süre yol aldık. Eski ve büyük, önünde çok sayıda araba olan bir tür market alanın yakından geçtik. Etrafımızda etrafı çitlerle çevrili yerleşim yerlerinin arasından geçtik. Çitlerin arkasında kimi zaman derme çatma olduğu belli olan ama çoğunlukla farklı farklı renklere boyanmış, ve güzel görünmeyi başarabilen evler vardı. Hemen yakınımızda olan Hazar Denizi’ne rağmen çölün içinde gibiydik. Yol boyunca şöförümüz tepemizdeki yol işaretlerini göstererek orada gösterilen, yolun bizi götürdüğü şehirlerin arasına Şuşa isimli şehrin yeni eklendiğini söyledi. Şuşa Dağlık Karabağ olarak adlandırılan Azerbaycan ile Ermenistan arasında iltilaflı olan bölgenin en büyük şehriydi. Karabağ, SSCB döneminde Azerbaycan’ın parçası olan, daha sonra Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki savaş ile Ermenistan’ın kontrolüne geçen, 2020’de gerçekleşen savaşla ise bir bölümü yeniden Azerbaycan’a katılan bölgeydi. Şöförümüz bize şu an için Azerbaycan’a katılmış Karabağ bölgesine sadece Azerbaycan vatandaşlarının girebildiğini söyledi.

 

Yol bizi nihayet varış noktamız olan Gobustan’a getirdiğinde öğlen olmuştu. Gobustan Hazar Denizi’ne yakın, uzaktan görebildiğim kadarıyla, çitlerin arkasında kalan şehirlere benzeyen onların biraz daha büyükçesi olan bir şehirdi. Buraya Gobustan Parkı’nı ziyaret etmek için gelmiştik. Parkın iki meşhur bölgesi vardı, birincisi antik çağda yaşayan insanların resimler çizdiği ve resimlerin hala gözlenebildiği bir bölgeydi. İkinci bölgede ise Çamur Volkanları vardı.

 

Öğlen vakti, araba kayalara çizilen resimlerin bulunduğu parka girdi. Park bir yamacın üstüne kurulmuştu. Üzerinde neredeyse hiç ağaç yoktu. Resimlerin bulunduğu kayalar yamacın üstünde bir aşağı bir yukarı kıvrılan bir yolun üzerindeydi. Kimi zaman işaretler kayalıkların gölge yaptığı bölgelerdeydi. Ancak parkı gezmek için güneşin altında insanın kendini zorlayarak yürümesi gerekiyordu.

 

Kayaların üzerinde 3 4 yaşında bir çocuğun kaleminden çıkmış gibi, ayrıntıları içermeyen hayvan resimleri, av sahneleri ve anlamını çözemediğimiz geometrik şekiller bulunuyordu. Bu şekiller kimi sahneleri ve olayları anlatmanın yanı sıra, antik çağda haberleşmeye de yarıyormuş. Şekillerin kimisi netti ancak birçoğunu görmek için dikkatli bakmak gerekiyordu. Şekillerin yanı sıra kayalar da bölgeyi bir sanat eseri haline getiriyordu, aşağıda uçsuz bucaksız düzlük ayaklarımızın altındaydı. Ancak sıcak bunları görmeyi ve algılamayı zorlaştırıyordu. Şöförümüz de bizimle birlikteydi, küçükken bu bölgede kayaların üstünde kamp yaptığını anlattı.

 

Ne yazık ki bu bölgeyi daha fazla gezemedik. Güneş bizi bölgenin tamamını gezemeden dönmek zorunda bıraktı.

 

Dönüşte, çıkışa doğru giderken, bölgede yaşadıklarını söyleyen birisi 12 13 öbürü 16 17 yaşlarında gözüken iki Azeri çocuğu ile karşılaştım. Türkiyeli olduğumu öğrenince çok sevindiklerini, istersem beraber gezebileceğimizi söylediler. Tanıdıkları İbrahim Tatlıses gibi Türkiyeli şarkıcıların ve film oyuncularının isimlerini saymaya başladılar. Türkiye’de de çok rastlanan turistleri dolandırmaya çalışan insanlar olabilecekleri aklıma gelse de samimiyetleri hoşuma gitti. Kendilerine parkta yaptığımız geziyi bitirdiğimimizi, birazdan ayrılacağımızı söyledim. Dönüşte, parkın kafeteryasında oturduk. İçeride bizim gözlememizin daha küçüğü olan kutap de satılıyordu, bir an yiyip yememeyi düşündüm ama sonra o an sadece su içmek istediğime karar verdim.

 

Parktan çıktığımızda kimsenin Çamur Volkanlarını gezecek hali kalmamıştı. Bu bölgeyi atladık. Arabamız kuzeybatıya yöneldi. Çölü andıran düzlüklerden geçerek Azerbaycan’ın dağlık bölgesine doğru yöneldik.

 

Yine uzunca sayılabilecek bir yolculuğun ardından dağlık bölgenin hemen eteğinde ismi gelmiş olduğumuz parkın adında benzeyen Kobustan adındaki küçük şehre girdik. Buraya büyükçe bir kasaba demek mümkündü. Altımızdaki toprak daha yeşildi ve yolun iki yanına dikilmiş ağaçlar geldiğimiz yolun ardından etrafımızı biraz olsun daha yeşil hale getiriyordu. Şehrin küçük müstakil evlerinin arasından uzanan cadde boyunca yol aldık. Kültür merkezi, cami gibi şehrin ortak kullanılan binaları da bu caddede yer alıyordu. Bir süre sonra araba bu caddeden ayrılarak şehrin ucunda yine kayalık bir yamacın hemen gerisindeki mezarlığa yöneldi ve orada durdu. Mezarlıkta özellikle taşların üzerine resim kazınmış mezarlar dikkat çekiyordu. Bunlar şöförümüzün dediğine göre genellikle şehitlere ait mezarlardı. Mezarlık alanın ilerisinde mağaraların ortasında bir türbe vardı. İsmi Diri Baba Türbesiydi. Bu türbe bahsettiğim kayalığın yerden yukarıya doğru dik bir şekilde yükselen bölümünün hemen altındaydı. Bu kayalık zamanında hemen gerimizde duran düzlükten geçen kervanların gece vakti konakladığı mağaralar içeriyordu. Bu mağaraların bir kısmına bugün merdiven yardımıyla kafamıza madencilerin taktığı kasklardan takarak çıkılabiliyor ki ben birisine çıktım. Çıktıktan sonra da düzlüğe doğru baktım. Günlerce sıcak düzlükte yol alıp sonra bu kayaları merdiven olmandan tırmanan tüccarları düşündüm. O insanların hayatını hayal etmek zor dedim kendi kendime.

 

Kayalık alandaki türbe diri baba türbesiydi. Türbenin altında bir sağa bir sola doğru kıvrılarak ilerleyen bir merdiven içeren bir platform vardı. Zeynep bu platform çok yüksek geldiği için yukarı çıkmadı. Bu merdivenleri çıktıktan sonra türbenin içinde de kıvrılarak yukarı çıkan merdivenleri çıkmak gerekiyordu. Türbe kayalarla ve düzlükle uyumlu olacak şekilde kahverengi taşlarla inşaa edilmişti. Kayaların üzerinde bir kabartı gibi duruyordu. Yukarı çıkınca parmaklıklarla kaplı pencerelerin hemen altında oturacak minderler bulunan bir oda vardı. Odanın bir yanında bir kapıdan içinde etrafı halılarla kaplı bir mezarlık duruyordu. Diri Baba Türbesi burasıydı.

 

Rivayete göre Diri Baba kayalık alandaki mağaralarda ibadet eden bir dini lidermiş. Bir gün namaz kılarken vefat etmiş, ancak sonrasında bedeni bozulmamış. Bedeni bozulmadığı içinde uzun yıllar boyunca insanlar onu gömmemişler ve şu anda mezarın bulunduğu mağarada bedeni kalmış. Hatta Evliya Çelebi’nin de Diri Baba’nın bedenini gördüğünü ve yazdığını söyledi rehberimiz. Daha sonra 1600lerde Şirvanşahların emri ile Diri Baba gizlice bugün bilinmeyen bir yere gömülmüş. Sonrasında onu ziyarete gelenler ilk başta kendisini her zamanki mağarasında bulamayınca uyandığına ve yürüyüp gittiğine inanmışlar. Daha sonra Diri Babayı anmak isteyenler için bu bölgeye boş bir mezar ve türbe yaptırılmış. Bölgede sık sık gerçekleşen depremler bir iki defa türbe binasını yıkmış, ancak mezar türbenin dışında mağaranın içinde olduğu için zarar görmemiş.

 

Türbeyi ziyaretimiz sona erip merdivenlerden aşağı indiğimizde Zeynep’in bir Azeri ailesi ile sohbet ettiğini gördük. 10 ila 15 kişilik aile ile bizi tanıştırdı. Ne yazık ki bizim aile ile konuşmak için fazla zamanımız yoktu. Aile Zeynep’i bir daha gelişinde evlerine davet etmişti. Bir dahaki sefere dedik.

 

Kobustan’dan çıktıktan sonra arabamız dağlık bölgeye doğru yoluna devam etti. Düzlüklerden dağlara geçiş noktasında duran Şamahı adındaki şehre geldik. Şehir bizi yolun yanında kale şeklinde inşaa edilmiş bir binanın üzerinde yazan Şamahı Şehri yazısı ile karşıladı. Şehir boyunca ilerilerken adım adım düzlüklerden tepelere doğru çıktık. Şehrin bir yerinde büyükçe bir cami ile karşılaştık. Şöförümüz söz konusu camiinin Azerbaycan’ın en önemli camiilerinden olduğunu söylemişti ki, bu kadar büyük bir camiiye Bakü’de bile karşılaşmamıştık. Bakü’nün bir camiler şehri olmadığını, şehrin silüetinde belirgin bir şekilde görülen büyük camiinin olmadığını belirtmek lazım. Şamahı bu açıdan Bakü’den farklıydı.

 

Şehri geçtikten sonra dağların içine girdik. Artık iki yanımız ormanlıktı. Bu bölge şöförümüzün dediğine göre Bakülülerin en sevdiği tatil yeriydi. Biz Bakü’ye gelen yabancılar onun dediğine göre şehri görmek istiyorduk, ancak Bakülüler şehirden kaçmak istiyordu. Yol kenarında başında arabalarla geçenlere bir şeyler satan insanlar vardı. Bir mısır kazanının başında duran bir çocuktan Mısır satın aldım. Şöförümüz üç atın başında duran çocuklarla konuştu ve atları bizim gideceğimiz yere getirmelerini söyledi.

 

Gittiğimiz yer, bir gölün etrafındaki bir tesisti. O an için bir lokanta olarak kullanılasa da, gölün etrafına inşaa edilen binalar ileride burasının otel olarak da kullanılacağını gösteriyordu. Bizim masamız, bir su değirmeninin yanındaydı. Şöförümüz bizim için önceden et ve balık sipariş etmişti. Azerbaycan’ın farklı bir yanının tadını çıkararak yemeğimizi yedik, yemeğin ardından Aubry ve Ufuk Hocalar çocukların getirdiği atlara bindiler. Sonra Bakü’ye dönüş yolculuğumuza başladık. Bir süre havanın serin olduğu dağların arasında yol aldık, sonra yine gece bile sıcaklığını koruyan düzlüğümüze döndük.

 

13 AĞUSTOS 2023 - Bakü

Bir önceki günün yorgunluğu ile benim dışımda kalan herkesin yapması gereken işler birikince, bugünü beklenmedik bir şekilde otelde geçirdik. Son güne ertelediğimiz için İçeri Şehiri de görme imkanımız olmadı bugün. Ancak saat yedi gibi dışarı çıkabildik. Son akşam yemeğimizi şehrin her yerinden görülen, en yüksek mekanı olan Televizyon Kulesinde Azerilerin yazdığı şekilde yazarsam Tellequele’de yedik.

 

Telequele’ye giden yol bir süre sahile ve Bakü Bulvarı’na paralel ilerledikten sonra yukarıya sapıyor. Önce Ateş Kuleleri’nin bulunduğu yamaca geliniyor. Bu yamacın üzerinde ülkenin şehitlerine adanmış şehitler için inşaa edilmiş anıtlar da içeren bir park var. Azerbaycan Milli Meclisi de Alev Kuleleri’nin hemen yakınında.

 

Telequele Lokantası’na gitmek için Ateş Kuleleri’nin ilerisinde ve aşağıda bulunan bir yola sapmak gerekiyor gerekiyor önce. Yol şehrin etrafındaki yamacın yüksekçe bir noktasına uzanıyor. Yolun ulaştığı noktadan özellikle Bakü Bulvarı ve Deniz kıyısı çok net görünüyor. Daha geride yamacın üzerinde kurulu yeni şehir ise o kadar güzel görünmüyor. Şehrin bu bölümünü görmek için daha yukarı çıkmak lazım. Kulenin üstünde olduğu gibi hemen altında da bir lokantada var. Bizler üstteki lokantada rezervasyon yapmıştık. Ancak rezervasyon saatimizi bir süre aşağıdaki lokantada bekledik. Kulenin teknik olarak aslında altında değiliz, bir hayli ilerisinde ve yer ile temas ettiği noktanın altındayız. Rezervasyon vaktimiz geldiğinde yamacın içindeki bir yapıya girip önce lüks ve bomboş bir otel lobisini andıran bir yere çıkıyoruz. Manzara bir parça insanı ürkütüyor. Sonra loş sarı renkli kabartılarla dolu bir altın madenini andıran, üzerinde Azerbaycan’a ilişkin semboller ve sahneler içeren bir tünelden geçiyoruz. Koridorun sonunda bizi yukarıya çıkaracak asansörümüz bekliyor. Asansöre biniyoruz. Asansör bizi benzer kulelerde olduğu gibi hızlanarak değil, yavaş yavaş yukarıya taşıyor. Böylece uzunca bir yolculuğun ardından yukarıya çıkıyoruz. Kulenin yüksekliği 310 metreymiş ve Dünya’nın 34üncü en yüksek televizyon kulesiymiş.

 

Asansör bizi lokantamıza bırakıyor. Lokantanın dışarıda masaların üzerine kurulu olduğu zemini bir saatte bir tur atacak yavaşlıkta dönüyor, iç bölümü ise sabit. Bizim oturduğumuz masadan önce bir endüstriyel bölgeyi andıran şehrin dış bölümleri görünüyor, yavaşça masamız, şehrin kuzey bölümünü, bize paralel şekilde aşağı inen caddeleri ve gökdelenleri görmeye başlıyoruz. En sonunda yüzümüz Hazar Denizi ve deniz boyunca uzanan Bakü Bulvarı’na doğru dönüyor. Yüzümüz tamamen şehre döndüğünde Ateş Kuleleri de önümüzde arkasındaki şehir manzarasını domine edecek şekilde yer alıyor. Sonra zmin bir tur daha atıyor ve hava yavaşça kararırken bu defa şehri ve etrafının gece manzarasını seyrediyoruz.

 

O gece yemekten çok manzarayı önemsedim. Yemekte, çoğu lokantada olan Türkiye’dekilere benzeyen Azeri kebaplarından birer parça içeren iki kişilik Karışık Kebap tabağını Ufuk Hoca ile paylaştım. Lezzet güzel ama aynı zamanda tanıdıktı.

 

Lokantadan çıktığımızda saat sekizi geçmişti. Son gecemizde bir de Alev Kuleleri’nden birisine çıkıp akşamı öyle kapatmak istedik. Taksinin bizi bıraktığı noktadan yürüyerek kulelerin etrafından dolaştık. Kulelerden birisi iş merkeziydi ve kapalıydı, ikincisi bir apartman kompleksiydi sadece oturanlar girebiliyordu. Üçüncüsü ise bir otel daha doğrusu Fairmont Oteliydi. Alev Kuleleri yapıldıkları sırada farklı belgesellere konu olmuşlardı. Belgesellerden birisindeki ifadeyi kullanırsam Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Azerbaycan’ın kendine ait bir karakter bulma çabasını sembolize ediyorlardı. Alevi andıran şekilde kıvrımlı olarak onları inşaa etmek inşaat sürecini zorlaştırmıştı.

 

Fairmont Oteli’nin devası bir avizesi olan lobisine girdik. Avizenin etrafından tahta parçaları sallanıyordu. Asansöre binip 19. Kattaki Bar 19’a çıktık. Bakü Bulvarı ve arkasından yükselen şehrin gece manzarası çok güzeldi. Bar loştu. Olması gerektiği gibi. Işık dışarıdaki ışığı gölgelemiyordu. Ben Bakü Bulvarı isimli kokteyli aldım. Hafif buruk ve ekşi bir tadı olduğunu hatırlıyorum. Ama o anda taddan çok manzara zihnimi kaplamıştı. Dakikalar ilerlerken Bakü manzarası eşliğinde içkilerimizi içtik ve Bakü’deki son gecemiz böylece sona erdi.

 

14 AĞUSTOS 2023- BAKÜ

Bakü’deki son sabahımızda, Hazar Denizi’ne bakarak son kahvaltımızı ettikten sonra, hazırlandık, ve havaalanına doğru yola çıktık. Havaalanı nisbeten küçüktü. Hızlıca kontrollerden geçtik. Yolcuların beklediği iç bölüm, on onbeş dükkanın hemen ilerisinde uçaklara açılan az sayıda kapıdan oluşuyordu. Dükkanların bir bölümü, şekilleri çadırı ya da eskimolara ait buzdan andıran yapıların altındaydı.

 

Türkiye’ye ne götürebileceğimi düşündüm. Bir yandan birçok şey Türkiye’ye benziyordu. Buraya gelmiş ve kalmış bir insan olarak gördüğüm hediyelik özelliklerini ve Türkiye’dekilerden farkını anlıyordum. Örneğin avuca sığacak boyutta minyatür halılar vardı. Türkiye’de de halı turistlere çokça satılan bir şey olduğundan Türkiye’de bunu alan bir insanın halının çok da özel bir hediye olmadığını düşünmesi mümkündü. Ancak Halı Müzesi’ni gezdikten sonra, Azerbaycan’dan satın alınan bu tarz bir halinin farklı bir anlamı olduğunu biliyordum ben. Benzer şekilde Azeri çayı ve Azeri Baklavası bu ülkeyi görmüş bir insan için, bu ülkenin karakterini andıran bir tad iken, Türkiye’deki bir insan için muhtemelen sıradan bir çay veya baklava türünden ibaret görülebilirdi.

 

Azerbaycan ve Türkiye’nin yakınlığının ve farkının en iyi görülebildiği yerlerden birisi hediye reyonuydu. Almanya’dan veya Çin’den gelen bir insan için muhtemelen buradan bir hediye seçmek çok daha kolay olurdu. Ama Türkiye’den gelen bir insanın Türkiye’de yaşayan bu ülkeye gelmemiş bir insanın değerini anlayacağı bir hediye bulması kolay değildi.

 

En sonunda Bakü Baklavası ile Azeri Çayı almaya karar verdim. Aldığım hediyelerle uçağımıza bindim. Dönüş yolculuğum İstanbul’a değil İzmir’e doğruydu. Birazdan uçak havalandı. Batıya doğru hareket ederken önce Bakü ve Hazar Denizi, sonra da Azerbaycan geride kaldı.

 

BAKÜ’DEN GERİYE KALANLAR

İstanbul’dayım. Bakü Seyahatinin üstünden iki hafta geçti. Meksika ve İtalya’da olduğu gibi bu sefer bu şehir hakkında da araya giren zamanın ardından benim zihnimde neler kaldığını düşünmek istiyorum. Diğer iki seyahate göre daha hızlı bir şekilde gündemime giren bu seyahatin ardından yazılacakları düşünüyorum. Okurlarıma bu bölümün uzun uzun planlanarak değil, bölümü yazmak için oturduğumda aklıma gelenlerden oluştuğunu belirteyim.

 

Bakü hakkında ilk aklımda kalanlar görmediklerim. Her şehir ve ülkede görmek istenip de görülmeyen yerler, yapılmayan aktiviteler oluyor. Bakü’de bunların arasında şehrin doğduğu yer olan İçeri Şehir de var. Gerek geleneksel Azeri müziklerini, gerekse jazz gibi Azerbaycan’da gelişmiş olan modern müzikleri dinlemek isterdim. Hazar Denizi’ne açılmak ve şehrin ilerisinde denizin üstündeki petrol platformunu gezmek isterdim. Belki SSCB’nin etkisi ile şehirde bol miktarda bulunan müzelerden daha fazlasını gezmek, Hazar kıyıları boyunca kuzeye ve doğudaki dağlık bölgeye doğru yol almak isterdim.

 

Ancak en azından Bakü’nün insanlara ilk etapta gösterdiği yüzünü görmeyi başardığımı düşünüyorum. Daha fazlası için şehirde daha uzun kalmam lazımdı. Bu ilk yüz, şehrin farklı dönemlerini, ve farklı boyutlarını bir araya getirmiş bir şehrin yüzüydü. Ben uzun yıllar İstanbul gibi köklü bir geçmişi olan bir şehirde yaşadım. Bu şehirin tarihi bir yolunu bulup kendini gösterse ve bizi şekillendirse de bu şehirde yaşayanlar olarak tarihimize sahip çıkamadığımızı söyleyebilirim. İstanbul özellikle nüfusu artıp büyürken bunu geçmişi ile uyumlu şekilde yapmayı başaramamış bir şehir. Bakü bunların ikisini de başarmış. Bu açıdan daha önce seyahat ettiğim Roma’ya benziyor. Ancak Roma dönüşüme uğrasa da neredeyse kesintisiz bir şekilde tek bir kültürün hikayesini içerirken, Bakü buraya etki etmiş bütün medeniyetlerden bir şeyler alabilmiş.

 

Son olarak bu şehirde daha doğrusu Azerbaycan’da bir Türkiyeli olarak hissettiğim, aynı anda hem evimde hem de farklı bir yerde olma hissini yazmalıyım. Bakü’de birçok şey ne olduğunu kolayca anlayacağımız kadar tanıdıktı, ancak aynı zaman tanıdığım bildiğimiz benzerlerinden farklıydı. Tanıdıklıkla farklılık arasındaki karışım bu şehri ve Azerbaycan’ı Türkiye’den gelenler için en değişik özellikti. Bunun yanında insanların, resmi bir tavırla yaklaşırken bile Türkiye’den geldiğimi duyunca cana yakın olduğunu belirtmeliyim. Azerbaycan’daki insanlar için Türkiye’den gelenler uzun zamandır görüşmediği akrabaları gibiydik. Bu cana yakınlığa o kadar alışmışım ki, Türkiye’ye döndüğümde son derece normal davranan insanları bana kaba davranıyorlar gibi algılamıştım.

 

Aynı anda evinde olma ve başka bir yerde olduğuna ilişkin iki hissin karışımı olan his. Günlüklere daha önce yazdığım bir cümleyi yeniden ifade edersem. Bugün için bizler için Azerbaycan’a ait olan bu hissin bir gün Dünya’da yaşayan herkesin ziyaret edecekleri tüm ülkelerde yaşayabilmelerini diliyorum. Günlüklerimi de bu dilek ile bitiriyorum.